9 Kasım 2015 Pazartesi

Mobil oyunlar neden bu kadar bağlayıcı?

Akıllı telefonların artık hayatımızın bir parçası olduğunu kabul ettiğimizden beri, mobil platformlarda çalışan oyunlar da bir parçamız oldu. Kimileri bulduğu her boşluğu oyun oynayarak, bölümleri geçmeye çalışarak harcıyor. İnsan hayatını bu denli değiştiren uygulamaların neden bu kadar bağımlı yaptığı araştırıldığında ortaya ilginç sonuçlar çıkıyor. 

Amerika’da uzman Psikologlar tarafından yapılan bir araştırma ile geliştiricilerin oyunlarında kullandığı bağımlılık yapan gizli öğeleri konuştu. Sonuç ise çok şaşırtıcı. Geliştiricilerin bağımlılık sırrı, doğru renk kombinasyonlarını kullanarak, basit oynanış mekaniklerine sahip düşük grafikli oyunlar yapmak.

Bağımlılık yapacak bir mobil oyun geliştirmenin en büyük sırrı, mobil oyuncunun telefonu ve tableti ile neler yaptığını anlamak. Akıllı telefon ve tablet kullanıcıları, cihazlarıyla çok fazla şeyi aynı anda gerçekleştiriyor. Bu yüzden geliştiricilerin, oyunculara yaptıkları şeye ara verip oyun oynama ve istedikleri zaman yeniden diğer şeylerle ilgilenme özgürlüğünü sunan oyunlar tasarlamaları gerekiyor. Bunun yanında strateji planlaması, ve kaynak yönetimin sağlandığı strateji oyunları ise kullanıcıyı daha fazla kazanmalıyım, istediğim silahı ya da zırhı alabilmek için çok savaş kazanmalıyım psikolojisine büründürüyor. 

İnsan yapısı göz önüne alındığında gerçek hayatta hepimiz bir şeyler kazanma, başarma arzusuyla yanıp tutuşuruz. Özellikle, sosyal hayatında daha silik karakterli olan bireylerin, internet ortamında daha fazla görülmesinin sebebi de budur. Kişi, kendi hayatında başaramadığı her noktada, kendine olan güven eksikliğini, içindeki haz duygusunu bu tarz platformlarda kapatmaya çalışır. Elbetteki bu sadece sanal bir özgüven hissi sağlar ama gerçekle karıştırılması, özellikle günümüzdeki teknolojik ortamların gerçeklik etkisi düşünüldüğünde, çok kolaydır. Akıllı telefonlar hayatımıza girmeden önce nasıl ki televizyon programlarıyla insanların bağımlılık sahibi edilmeye çalıştığını görüyorsak şimdi benzer bir durum bu platformlarda da geçerli. 

Gittikçe yenilenen ve gelişen yazılım sektörü ve yazılım sektöründe insan psikolojisinin analizlerinin daha fazla yapılıp, bu analizlere göre yazılımlar ve oyunlar ortaya çıktığından dolayı bir bakıma kendimizi çaresiz hissedebiliriz. Ancak, bağımlılık denen şey her ne olursa, size sunulanlar ne kadar şaşalı olsa da kişinin kendi beyninde bitiyor. Teknolojinin  hayatın merkezi değil, hayatın bir yardımcısı olduğu gerçeğini, kendimize kabul ettirmeliyiz ve bu uygulamaları da bu bilinçle kullanıp oynamalıyız. 

7 Kasım 2015 Cumartesi

inka uygarlığının çöküşünü kahinler haber verdi

And Dağları'nın yüksek kesimlerindeki vadilerde yaşamış ve 12-16. yüzyıllarda büyük bir imparatorluk kurmuş olan Güney Amerika yerli halkıdır. 16. yüzyıldaki İspanyol istilasından önce, ortalama 5-10 milyon nüfuslu çok iyi örgütlü bu imparatorluk, 14. ve 15. yüzyıllarda güçlenerek topraklarını bu günkü Bolivya, Peru, Ekvador ile Arjantin ve Şili'nin bazı bölümlerini içine alacak kadar genişletmiştir.

Yıkılma sürecini inceleyecek olursak, ilk olarak İspanyol kaşiflerin Peru’ya gelmeden önce, uygarlığın tahtındaki iki kardeşin içinde bulunduğu duruma bakılabilir.16. yy’da iki üvey kardeş arasında çıkan taht kavgası sonucunda ülke gittikçe zayıflamış ve kaşiflerin ülkeyi talan etme amacıyla geldiği zamanlardaki durumu hakkında bilgi sahibi olunabilir. 

Anlatılana göre İnkalar için Güneş ve Ayın hareketleri konumları çok önemliydi. Ülke içinde tahttaki hükümdara hizmet eden birçok kahin vardı. Bu kahinler de gelecekte olanları saptamak için Güneşi ve Ayı kullanıyorlardı. İstilacıların gelmesinden önce Ay’ın çevresinde beliren 3 farklı  renkte halka, halkı meraklandırdı. İmparator’da bu halkaların ne anlama geldiğini öğrenmek için kahinlere başvurdu. Ancak, daha önce hiç böyle bir durumla karşılaşmamış olan kahinler, bunun ne anlama geldiğini bilmiyorlardı. Öğrenip ne demek olduklarını anladıklarında ise imparatorun karşına çıktıklar. Fakat, kahinlerin anlattıkları şeyler hiç de umut verici değildi. Ay’ın etrafındaki ilk halka kırmızı renkteydi. Ve bu kırmızı öyle belirgindi ki kahinler bunun kanlı bir savaşın habercisi olduğunu düşünüyorlardı. İkinci halka ise siyah renkteydi, bunu da halkın savaşı kaybedeceği şeklinde yorumladılar. Son halka ise duman rengindeydi, kahinlere göre bunun anlamı da İnka İmparatorluğunun tarihten bir duman misali silinip, kültürlerinin yok olacağının habercisiydi.

Bu haberlerden sonra uyuyamayan imparator, gece gündüz çıkacak olan savaşı bekliyordu. Çok geçmeden Amerika’nın keşfedilmesiyle kıtayı talan etmeye gelen yağmacı ve açgözlü İspanyol  Pizarro tüm tapınakları, evleri ve bulduğu her değerli madeni halkın ve devletin elinden alarak, kahinleri doğru çıkarttı. 

Günümüzde İnkalardan bize kalan en önemli miras olarak Machu Picchu kaleleri gösterilmektedir. Bu kaleler aynı zamanda, kendilerini korumak için yaptıkları için bir direnişi temsil etmektedir ve geriye kalan Peruda’ki halk için manevi bir anlama sahiptir. Ancak bu kaleler de toprak kaymaları nedeniyle ortadan kalkma durumuyla savaşıyor.

4 Kasım 2015 Çarşamba

Ötekileşme, Hızla Yayılan Bir Virüs Gibi

İstanbul kaldırımlarında insandan örülmüş duvarların arkasında kalan kimsesizler yurdunda konaklayan sahipsiz bir çocuk misali savrulup gidiyoruz kimsesizliğe doğru.

Böylesine yabancılaşmanın yoğun olduğu bir devirde insanlar arasındaki diyalogun olması gerektiğinden çok daha geride olduğu herkes tarafından biliniyor fakat bunun için herhangi bir şekilde önlem alınmaması ne kadar tuhaf. İnsanlar farkında oldukları hataların önüne geçemeyişi yani kendine söz geçirememesi günümüzde her insanın problemi aslında. Her ne kadar bu satırlara yazsam da duygu ve düşüncelerimi bende herkes gibi aynıyım.

Malumunuz teknoloji kurbanı olmaya devam ediyoruz, bırakın akrabalarla olan iletişim eksikliğini aile içerisinde bile insanlar gerek iş gerekse eğitim öğretim dönemlerinde birbirlerinden çok uzak kalıyorlar. Televizyon ve bilgisayarda bu iletişimsizliğin aslında en başta faktörlerinden bir tanesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Aslına baktığımızda bu diyaloğun temel problemi nedir diye;

-teknoloji,

-örf ve adetler

-aile içi eğitim

-çalışma hayat,

-eğitim hayatı,

-ekonomik koşullar,

gibi sıralayabileceğimiz bir çok faktör vardır. Bunlar uzmanlar tarafından tespit edilmiş sıralanış itibariyle baş faktörler olarak yer almaktadır. İnsanlar bu yabancılaşma ve ötekileşme sendromuyla aslında sosyal açıdan yaşanılan bu erozyonla bir nevi kendisine karşıda mani depresif bir durum söz konusu olabiliyor. Bu depresyon belirtisi olan kişisel davranış bozukluğu durumu çok daha ötelere götürebilmekte şizofren hatta ve hatta intiharla sonuçlanan ciddi hayat kayıplarına neden olabilmektedir. Bunun için iletişim konusuna çok dikkat edilmesi gerekmedir.

 Sosyal bir canlı olan insanın aslında en büyük ihtiyacındır konuşma; iletişim aracı olarak kullanılan konuşmanın ortadan kalkması bahsedildiği özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde insanların bir birine doğal olarak yabancı olduğu ve herkesi tanımanın imkânsız olduğu yerlerde iletişim eksikliği daha ciddi bir problem olarak araştırmalar sonucu ortaya konulmuştur.

Başlıklar şeklinde sıraladığımız diyaloğu etkileyen en önemli faktörler kendi içerisinde bu kavramla ters ve düz orantılı olarak etkileşimi söz konusudur. Örneğin teknolojik gelişmelerin son yıllarda gelişmesi yani pozitif yönlü artışı diyaloğu düşürmekte örf ve adetlerde yaşanılan negatif yönlü gelişmeler doğru orantılı bir şekilde yine olumsuz şekilde toplumsal diyaloğun etkisini düşürmektedir.

Buradan çıkarılacak birçok sonuç olmakla birlikte en önemli olarak yapılan araştırmaların özellikle aile içerisindeki diyalogun her ne olursa olsun kurulması ve canlı tutulması insan başta aile içerisindeki devamlılığın sağlanması insanların psikolojik olarak iyi hissetmesinde önemli yer oynarken bunun yansımasıyla toplumsal diyaloğunda düzeleceği yönünde sonuca varılmıştır.

 

11 Ekim 2015 Pazar

İstanbul’da yaşamak mı yaşamamak mı?

Ülkemizin kuşkusuz en gelişmiş ve en çok yerleşim yerine sahip şehirdir İstanbul. Burada her kesimden insanın bir çatı altında yaşaması özgürlükler açısından sınırsız bir refaha sahiptir. Bir çatı altında lazın, çerkezin, kürdün, alevini vb. birçok etnik unsura mensup kişilerin yaşamasını mümkün kılan şeffaf bir şehirdir burası.

Bu şehrin böylesine hoşgörü sembolüne katkı sağlayan duyarlılık varken bir yandan da dezavantajları da doğuran etkileri de beraberinde getirmektedir. Nitekim çoğu zaman hepimiz burada yaşamanın zorluğundan yakınıyoruz. Bu şehre kızıyoruz. Şikâyetçiyiz trafikten, dar sokaklardan, hava kirliliğinden, çevrenin pisliğinden ama hiç birimiz vazgeçmiyoruz İstanbul’dan. Vazgeçilmezliğinin altında yatan nedenlerden bir tanesidir iş potansiyeli. Ülkenin hiçbir şehrinde istihdam edilmeyen sayıda çalışanın bulunduğu koca şehirde kalabalık ve çarpık yerleşme sonucunda bu şehirde yaşamın zorlandığı aşikârdır.  

Yıllar öncesinden günümüze gelişmeye devam etmekte olan yaşadığım şehir İstanbul’un yarattığı avantajlarının yanı sıra dezavantajları daha fazla olmaya başlamıştır. Özellikle kentsel dönüşüm ile birlikte yeni yaşam alanlarının oluşturulmasındaki gecikme ve artan göç oranları yaşanılabiliterliğini düşürmekte hatta ve hatta ortadan kaldıracak derecede kötü bir duruma sürüklemektedir. Bunun temel sorunu olarak sırf iç göçler değildir, maalesef üzülerek söylemek durumundayım iç savaş yaşayan Müslüman komşu ülkemiz Suriyeli değerli kardeşlerimiz de bu olumsuzluğu tetiklemektedir.

Tabii olarak suçlu kesinlikle Suriyeli vatandaşlar değildir, onlara sınır kapılarımızı açmayıp kendi kaderlerine terk etmek dileğim değildir. Sadece bu iş yapılırken daha kontrollü yapılabilirdi. Nüfusun ve çarpık yerleşmenin yoğun olduğu İstanbul’a yerleşimlerini sınırlayabilirdi hükümet. Ama olmadı. Maalesef durum çok daha kötüye gitti.

Bu kötü durumlara nazaran yıllar önce bir arkadaşımın söylemi geldi şimdi aklıma “kadın gibidir İstanbul ne onunla olur ne de onsuz.” demişti. Haklıydı galiba. O zamanlar ben bu şehirde değil, bir kara ikliminin bir kara şehrinde yaşıyordum. Bu sebepten olsa gerek pek değerlendirememiştim, anlayamamıştım ne demek istediğini. Şimdi düşünüyorum bu söz üzerine. Nedir bu kadar vazgeçilmez olan. Boğaz mı? Deniz mi? Hava mı? Su mu? Düşünmekle bulunmuyor cevap, zaten kelimeler de yetmiyor ya da aciz kalıyorlar. Diğer taraftan mantıksız geliyor İstanbul da yaşamak. Alt alta yazıp topladığında görüyorsun ki pek de geçerli bir sebep yok burada olmak için. Öyle bir şey var ki İstanbul'da insanı kendine çeken ne anlamak ne anlatmak mümkün.

Her ne olursa olsun bu şehri seviyoruz, ne kadar yakınsakta ne kadar üzüntümüzü dile getirsek de bu şehirle kurduğumuz ilişkiden kaynaklanıyor. Sevmesek eleştirmez daha doğrusu yakınmazdık. Hiç umursamazdık.

 

Ötekileşme, Hızla Yayılan Bir Virüs Gibi

İstanbul kaldırımlarında insandan örülmüş duvarların arkasında kalan kimsesizler yurdunda konaklayan sahipsiz bir çocuk misali savrulup gidiyoruz kimsesizliğe doğru.

Böylesine yabancılaşmanın yoğun olduğu bir devirde insanlar arasındaki diyalogun olması gerektiğinden çok daha geride olduğu herkes tarafından biliniyor fakat bunun için herhangi bir şekilde önlem alınmaması ne kadar tuhaf. İnsanlar farkında oldukları hataların önüne geçemeyişi yani kendine söz geçirememesi günümüzde her insanın problemi aslında. Her ne kadar bu satırlara yazsam da duygu ve düşüncelerimi bende herkes gibi aynıyım.

Malumunuz teknoloji kurbanı olmaya devam ediyoruz, bırakın akrabalarla olan iletişim eksikliğini aile içerisinde bile insanlar gerek iş gerekse eğitim öğretim dönemlerinde birbirlerinden çok uzak kalıyorlar. Televizyon ve bilgisayarda bu iletişimsizliğin aslında en başta faktörlerinden bir tanesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Aslına baktığımızda bu diyaloğun temel problemi nedir diye;

-teknoloji,

-örf ve adetler

-aile içi eğitim

-çalışma hayat,

-eğitim hayatı,

-ekonomik koşullar,

gibi sıralayabileceğimiz bir çok faktör vardır. Bunlar uzmanlar tarafından tespit edilmiş sıralanış itibariyle baş faktörler olarak yer almaktadır. İnsanlar bu yabancılaşma ve ötekileşme sendromuyla aslında sosyal açıdan yaşanılan bu erozyonla bir nevi kendisine karşıda mani depresif bir durum söz konusu olabiliyor. Bu depresyon belirtisi olan kişisel davranış bozukluğu durumu çok daha ötelere götürebilmekte şizofren hatta ve hatta intiharla sonuçlanan ciddi hayat kayıplarına neden olabilmektedir. Bunun için iletişim konusuna çok dikkat edilmesi gerekmedir.

 Sosyal bir canlı olan insanın aslında en büyük ihtiyacındır konuşma; iletişim aracı olarak kullanılan konuşmanın ortadan kalkması bahsedildiği özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde insanların bir birine doğal olarak yabancı olduğu ve herkesi tanımanın imkânsız olduğu yerlerde iletişim eksikliği daha ciddi bir problem olarak araştırmalar sonucu ortaya konulmuştur.

Başlıklar şeklinde sıraladığımız diyaloğu etkileyen en önemli faktörler kendi içerisinde bu kavramla ters ve düz orantılı olarak etkileşimi söz konusudur. Örneğin teknolojik gelişmelerin son yıllarda gelişmesi yani pozitif yönlü artışı diyaloğu düşürmekte örf ve adetlerde yaşanılan negatif yönlü gelişmeler doğru orantılı bir şekilde yine olumsuz şekilde toplumsal diyaloğun etkisini düşürmektedir.

Buradan çıkarılacak birçok sonuç olmakla birlikte en önemli olarak yapılan araştırmaların özellikle aile içerisindeki diyalogun her ne olursa olsun kurulması ve canlı tutulması insan başta aile içerisindeki devamlılığın sağlanması insanların psikolojik olarak iyi hissetmesinde önemli yer oynarken bunun yansımasıyla toplumsal diyaloğunda düzeleceği yönünde sonuca varılmıştır.

 

25 Eylül 2015 Cuma

Beyni Eğiterek zayıflamak

Nasıl yani dediğinizi duyar gibiyim… tabi ki de beyne egzersiz yaptırmaktan bahsediyorum. Ama bu fiziksel bir beyin egzersizi olarak ne kadar kabul görür bilemiyorum.

Beyin insan vücudundaki en gizemli organ ve bilinmeyen o kadar çok işlevi var ki bilim tarih boyunca en çok bu organ ile ilgilendi. Fakat bizim tarih boyunca olmasa bile yakın zaman dilimi içerisinde yapılan ve sonuçları yayınlanan bazı bilimsel beyin çalışmalarının etkileri arasında ciddi olarak bu yazımıza konu olacak sonuçların olduğunu gördük. Bu çalışmaları ise birkaç gruba ayırmak gerekir.

Biz bizi ilgilendiren grubun dışındaki çalışma ve sonuçlara sadece işaret etmekle yetineceğiz belki de bu bir başka yazımızın konusu olabilir fakat bu yazımızda değinmeyeceğiz.

Son çalışmalara göre aslında beyin vücut ile inanılmaz bir koordinasyon içerisinde ve insanlık vücudun gönderdiği sinyallere günümüz koşullarında oldukça duyarsız davranarak vücuduna büyük bir ihanet içerisinde.

Bilinç altı ve bilinç üzerine yapılan çalışmalar; uyku halinde, uyanıkken, hipnoz etkisinde gibi farklı farklı bölümler ile üniversitelerde yapılmaya devam ediyor. Kanadalı bir grup üniversite öğrencisinin Toronto üniversitesi ile Californiya üniversitesi işbirliği ile yapılan ortak çalışmalardan bazıları ise oldukça değerli bilgiler sunuyor insanlık adına.

Bu araştırmaya göre; vücudun içinde bulunduğu durum koşulları ile vücut tarafından salgılanan kimyasallar arasında bir ilişkinin var olup olmadığı üzerine yapılan 9 yıllık bir araştırma ve gönüllü deneklerin tamamı üniversite öğrencisi iken son iki yılda bu çalışmayı üniversite dışındaki daha farklı psikolojideki insanlar üzerinde de denemişler. Burada farklı psikoloji derken kastedilen ise üniversite öğrencilerinin, öğrenci olmayan insanların taşıdığı bazı kaygıları yaşamıyor olması nedeni ile yapma gereği duyduklarını ifade etmişler. Öncelikle ilk 7 yılda üniversite öğrencilerinin başat duyguları arasında gelecek kaygısı ve yaşama devam etme dürtüsünü kamçılayan bazı sorumlulukların yaratacağı sorunları taşımadıkları için birbirine benzer sonuçların alınmış. Bu neden ile başlayan bazı merak edilen sorular nedeni ile başladıklarını ifade eden uzmanlar bu konuda son iki yılda ise ilk 7 yılda bu çalışmayı üniversite dışına taşımamanın üzüntüsünü dile getirmişler.

Sonuçlara geçmeden önce yapılan deneylerin genel içerikleri ve amaçlananın ne olduğuna bakmak gerekmekte. Vücudun farklı durumlarda yani hüzünlü, neşeli, aç, tok, istekli, şehvetli, arzulu gibi 12 farklı ruh hali için binlerce gönüllü denek üzerinde deneyleri farklı beslenme şekilleri ile karşılaştırmayı hedeflemişler. Yani aynı kişinin son 24 saatte tükettiği besin grubu ile farklı ruhsal durumlarda vücudun salgıladığı hormon ve kimyasal değişikliklerin analizi üzerine bir çalışma. Peki bu çalışma neyi amaçlıyor. Beyin bu salgılanan kimyasallar ile nasıl bir duygu durumu içerisinde yaşadığını anlayarak algısındaki değişiklikleri ölçme üzerine kurulu. Tabi ki de bu birkaç sonucu düşünmemizi sağlıyor. Her ne kadar sonuçlar o toplum için geçerli olsa da insanın doğasının lokla farklılıklar ile çok büyük bir değişiklik göstermemesi nedeni ile tüm dünya için yakınsaklık miktarı saptanarak fikir yürütülebilecektir. Bu ne işe yarar. Öncelikle toplum mühendisliği çalışması ile toplumun tüketim alışkanlıkları arasında bir ilişki kurulmasını sağlar. Bu nedenle gıda maddeleri ile algı arasında bir ilişki var mı yok mu sorusunu gündeme getirir.

Sonuçlar ise dikkat çekici; besin gruplarından bağımsız olarak şunu ifade etmişler. “Evet besin grupları ile kişinin ruhsal durumu arasında bir ilişki mevcut. Bu ilişki nedeni ile kişinin son 24 saatde kullandığı besin ile aldığı kararlar arasında bir ilşki vardır. Yani dün akşam mevcut aldığı besin maddesi yerine farklı bir besin maddesi almış olsa idi vereceği karar vermiş olduğu karardan farklılık gösterirdi.” sonucunu çıkartıyorlar.

Şimdi gelelim beyni eğiterek zayıflamak başlığını yazma sebebine. Vücudunuzu dinlediğinizde sadece doydum sinyalinin hipotalamus tarafından farkedilmesi dışında kullandığınız besin maddeleri ve kendinizi sokacağınız duygu durumu ile vücudun aynı eylem harcadığı kalori miktarında kanda bulunan kimyasalların farklı olması nedeni ile büyük farklar oluşabiliyor.

Yani siz bir diyet yaparken her zaman yaptığınız belli eylemler var kabulunu yaparak bir örneklendirme yapalım. Deneğimiz diyet yapan 30 yaşında 70 kg olan bir kadın olsun. Ve bu kadın zayıflama isteği ile yaptığı diyete ek olarak her gün aynı yerde ve sürede tamamladığı bir egzersiz grubu olsun. Bu egzersiz grubundaki hareketleri aynı sürede ve aynı yerde yaparken farklı bir besin grubu ile kendisini sokacağı farklı bir duygu durumu ile her zaman harcadığı kalorinin 3 katına kadar kalori harcayabilir. Çıkan sonuçlardan en etkilisi bu. Ancak bu kişiden kişiye ve bedenden bedene göre değişen bir durum olduğu için sanıyorum birkaç yıl daha bunun dünya genelinde bedene ve duygu durumunda göre kalori harcama cetvellerinin oluşmasını bekleyeceğiz.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Melisa Sedef'im


Merhabalar, bu metinde kısaca kendimden bahsedeceğim. İsmimin anlamlarını bilmediğim halde yöneltilen sorulara sıkılan birisiyim. Fakat sadece bu konuda sıkıldığımı söyleyebilirim bunun dışında İstanbul'u çok seviyorum.
İstanbul'da halen okumaktayım. Her fırsatta gezmeye doyamadığım Üsküdar, Taksim beni benden alıyor. Bu bağlamda bakıldığında sadece semtleri değil eski tarihe ev sahipliği yapan bu topraklarda insanların bunu görmezden gelmesine dayanamıyorum.
Neyse ki çok sevdiğim insanlarında bu konuda bana destek olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca değer verilen bu şehrin en yakın zamanda dünyanın başkenti olacağını idea ediyorum. 
Şimdiden takip eden herkese teşekkür ediyorum.