Ülkemizin kuşkusuz en gelişmiş ve en çok yerleşim yerine sahip şehirdir İstanbul. Burada her kesimden insanın bir çatı altında yaşaması özgürlükler açısından sınırsız bir refaha sahiptir. Bir çatı altında lazın, çerkezin, kürdün, alevini vb. birçok etnik unsura mensup kişilerin yaşamasını mümkün kılan şeffaf bir şehirdir burası.
Bu şehrin böylesine hoşgörü sembolüne katkı sağlayan duyarlılık varken bir yandan da dezavantajları da doğuran etkileri de beraberinde getirmektedir. Nitekim çoğu zaman hepimiz burada yaşamanın zorluğundan yakınıyoruz. Bu şehre kızıyoruz. Şikâyetçiyiz trafikten, dar sokaklardan, hava kirliliğinden, çevrenin pisliğinden ama hiç birimiz vazgeçmiyoruz İstanbul’dan. Vazgeçilmezliğinin altında yatan nedenlerden bir tanesidir iş potansiyeli. Ülkenin hiçbir şehrinde istihdam edilmeyen sayıda çalışanın bulunduğu koca şehirde kalabalık ve çarpık yerleşme sonucunda bu şehirde yaşamın zorlandığı aşikârdır.
Yıllar öncesinden günümüze gelişmeye devam etmekte olan yaşadığım şehir İstanbul’un yarattığı avantajlarının yanı sıra dezavantajları daha fazla olmaya başlamıştır. Özellikle kentsel dönüşüm ile birlikte yeni yaşam alanlarının oluşturulmasındaki gecikme ve artan göç oranları yaşanılabiliterliğini düşürmekte hatta ve hatta ortadan kaldıracak derecede kötü bir duruma sürüklemektedir. Bunun temel sorunu olarak sırf iç göçler değildir, maalesef üzülerek söylemek durumundayım iç savaş yaşayan Müslüman komşu ülkemiz Suriyeli değerli kardeşlerimiz de bu olumsuzluğu tetiklemektedir.
Tabii olarak suçlu kesinlikle Suriyeli vatandaşlar değildir, onlara sınır kapılarımızı açmayıp kendi kaderlerine terk etmek dileğim değildir. Sadece bu iş yapılırken daha kontrollü yapılabilirdi. Nüfusun ve çarpık yerleşmenin yoğun olduğu İstanbul’a yerleşimlerini sınırlayabilirdi hükümet. Ama olmadı. Maalesef durum çok daha kötüye gitti.
Bu kötü durumlara nazaran yıllar önce bir arkadaşımın söylemi geldi şimdi aklıma “kadın gibidir İstanbul ne onunla olur ne de onsuz.” demişti. Haklıydı galiba. O zamanlar ben bu şehirde değil, bir kara ikliminin bir kara şehrinde yaşıyordum. Bu sebepten olsa gerek pek değerlendirememiştim, anlayamamıştım ne demek istediğini. Şimdi düşünüyorum bu söz üzerine. Nedir bu kadar vazgeçilmez olan. Boğaz mı? Deniz mi? Hava mı? Su mu? Düşünmekle bulunmuyor cevap, zaten kelimeler de yetmiyor ya da aciz kalıyorlar. Diğer taraftan mantıksız geliyor İstanbul da yaşamak. Alt alta yazıp topladığında görüyorsun ki pek de geçerli bir sebep yok burada olmak için. Öyle bir şey var ki İstanbul'da insanı kendine çeken ne anlamak ne anlatmak mümkün.
Her ne olursa olsun bu şehri seviyoruz, ne kadar yakınsakta ne kadar üzüntümüzü dile getirsek de bu şehirle kurduğumuz ilişkiden kaynaklanıyor. Sevmesek eleştirmez daha doğrusu yakınmazdık. Hiç umursamazdık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder