11 Ekim 2015 Pazar

İstanbul’da yaşamak mı yaşamamak mı?

Ülkemizin kuşkusuz en gelişmiş ve en çok yerleşim yerine sahip şehirdir İstanbul. Burada her kesimden insanın bir çatı altında yaşaması özgürlükler açısından sınırsız bir refaha sahiptir. Bir çatı altında lazın, çerkezin, kürdün, alevini vb. birçok etnik unsura mensup kişilerin yaşamasını mümkün kılan şeffaf bir şehirdir burası.

Bu şehrin böylesine hoşgörü sembolüne katkı sağlayan duyarlılık varken bir yandan da dezavantajları da doğuran etkileri de beraberinde getirmektedir. Nitekim çoğu zaman hepimiz burada yaşamanın zorluğundan yakınıyoruz. Bu şehre kızıyoruz. Şikâyetçiyiz trafikten, dar sokaklardan, hava kirliliğinden, çevrenin pisliğinden ama hiç birimiz vazgeçmiyoruz İstanbul’dan. Vazgeçilmezliğinin altında yatan nedenlerden bir tanesidir iş potansiyeli. Ülkenin hiçbir şehrinde istihdam edilmeyen sayıda çalışanın bulunduğu koca şehirde kalabalık ve çarpık yerleşme sonucunda bu şehirde yaşamın zorlandığı aşikârdır.  

Yıllar öncesinden günümüze gelişmeye devam etmekte olan yaşadığım şehir İstanbul’un yarattığı avantajlarının yanı sıra dezavantajları daha fazla olmaya başlamıştır. Özellikle kentsel dönüşüm ile birlikte yeni yaşam alanlarının oluşturulmasındaki gecikme ve artan göç oranları yaşanılabiliterliğini düşürmekte hatta ve hatta ortadan kaldıracak derecede kötü bir duruma sürüklemektedir. Bunun temel sorunu olarak sırf iç göçler değildir, maalesef üzülerek söylemek durumundayım iç savaş yaşayan Müslüman komşu ülkemiz Suriyeli değerli kardeşlerimiz de bu olumsuzluğu tetiklemektedir.

Tabii olarak suçlu kesinlikle Suriyeli vatandaşlar değildir, onlara sınır kapılarımızı açmayıp kendi kaderlerine terk etmek dileğim değildir. Sadece bu iş yapılırken daha kontrollü yapılabilirdi. Nüfusun ve çarpık yerleşmenin yoğun olduğu İstanbul’a yerleşimlerini sınırlayabilirdi hükümet. Ama olmadı. Maalesef durum çok daha kötüye gitti.

Bu kötü durumlara nazaran yıllar önce bir arkadaşımın söylemi geldi şimdi aklıma “kadın gibidir İstanbul ne onunla olur ne de onsuz.” demişti. Haklıydı galiba. O zamanlar ben bu şehirde değil, bir kara ikliminin bir kara şehrinde yaşıyordum. Bu sebepten olsa gerek pek değerlendirememiştim, anlayamamıştım ne demek istediğini. Şimdi düşünüyorum bu söz üzerine. Nedir bu kadar vazgeçilmez olan. Boğaz mı? Deniz mi? Hava mı? Su mu? Düşünmekle bulunmuyor cevap, zaten kelimeler de yetmiyor ya da aciz kalıyorlar. Diğer taraftan mantıksız geliyor İstanbul da yaşamak. Alt alta yazıp topladığında görüyorsun ki pek de geçerli bir sebep yok burada olmak için. Öyle bir şey var ki İstanbul'da insanı kendine çeken ne anlamak ne anlatmak mümkün.

Her ne olursa olsun bu şehri seviyoruz, ne kadar yakınsakta ne kadar üzüntümüzü dile getirsek de bu şehirle kurduğumuz ilişkiden kaynaklanıyor. Sevmesek eleştirmez daha doğrusu yakınmazdık. Hiç umursamazdık.

 

Ötekileşme, Hızla Yayılan Bir Virüs Gibi

İstanbul kaldırımlarında insandan örülmüş duvarların arkasında kalan kimsesizler yurdunda konaklayan sahipsiz bir çocuk misali savrulup gidiyoruz kimsesizliğe doğru.

Böylesine yabancılaşmanın yoğun olduğu bir devirde insanlar arasındaki diyalogun olması gerektiğinden çok daha geride olduğu herkes tarafından biliniyor fakat bunun için herhangi bir şekilde önlem alınmaması ne kadar tuhaf. İnsanlar farkında oldukları hataların önüne geçemeyişi yani kendine söz geçirememesi günümüzde her insanın problemi aslında. Her ne kadar bu satırlara yazsam da duygu ve düşüncelerimi bende herkes gibi aynıyım.

Malumunuz teknoloji kurbanı olmaya devam ediyoruz, bırakın akrabalarla olan iletişim eksikliğini aile içerisinde bile insanlar gerek iş gerekse eğitim öğretim dönemlerinde birbirlerinden çok uzak kalıyorlar. Televizyon ve bilgisayarda bu iletişimsizliğin aslında en başta faktörlerinden bir tanesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Aslına baktığımızda bu diyaloğun temel problemi nedir diye;

-teknoloji,

-örf ve adetler

-aile içi eğitim

-çalışma hayat,

-eğitim hayatı,

-ekonomik koşullar,

gibi sıralayabileceğimiz bir çok faktör vardır. Bunlar uzmanlar tarafından tespit edilmiş sıralanış itibariyle baş faktörler olarak yer almaktadır. İnsanlar bu yabancılaşma ve ötekileşme sendromuyla aslında sosyal açıdan yaşanılan bu erozyonla bir nevi kendisine karşıda mani depresif bir durum söz konusu olabiliyor. Bu depresyon belirtisi olan kişisel davranış bozukluğu durumu çok daha ötelere götürebilmekte şizofren hatta ve hatta intiharla sonuçlanan ciddi hayat kayıplarına neden olabilmektedir. Bunun için iletişim konusuna çok dikkat edilmesi gerekmedir.

 Sosyal bir canlı olan insanın aslında en büyük ihtiyacındır konuşma; iletişim aracı olarak kullanılan konuşmanın ortadan kalkması bahsedildiği özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde insanların bir birine doğal olarak yabancı olduğu ve herkesi tanımanın imkânsız olduğu yerlerde iletişim eksikliği daha ciddi bir problem olarak araştırmalar sonucu ortaya konulmuştur.

Başlıklar şeklinde sıraladığımız diyaloğu etkileyen en önemli faktörler kendi içerisinde bu kavramla ters ve düz orantılı olarak etkileşimi söz konusudur. Örneğin teknolojik gelişmelerin son yıllarda gelişmesi yani pozitif yönlü artışı diyaloğu düşürmekte örf ve adetlerde yaşanılan negatif yönlü gelişmeler doğru orantılı bir şekilde yine olumsuz şekilde toplumsal diyaloğun etkisini düşürmektedir.

Buradan çıkarılacak birçok sonuç olmakla birlikte en önemli olarak yapılan araştırmaların özellikle aile içerisindeki diyalogun her ne olursa olsun kurulması ve canlı tutulması insan başta aile içerisindeki devamlılığın sağlanması insanların psikolojik olarak iyi hissetmesinde önemli yer oynarken bunun yansımasıyla toplumsal diyaloğunda düzeleceği yönünde sonuca varılmıştır.